“Bir sözle kuruldu dünya
Hep o sözü aradım ve buldum: Emek.” *
İnsan, hayatı yoğurur; yoğurduğu yerden şekil verir. Bir bütünün parçası olma duygusu burada da devreye girer. Bu hal, bir topluluğa ait olmakla ilgilidir. Ancak burada kastedilen, doğuştan getirilen kimlikler değil; hayatı yoğururken oluşan ortak bir varoluştur. İnsan, hayatı işlerken kendi varlığını gerçekleştirir. Bu durum emek kavramında vücut bulur.
Emeğin karşılığında alınan pay ve bu payın sofralardaki lokmayı belirlemesi, ortaklaşma sürecini hızlandırır. Tenine düşen kömür karasıyla, kuyu misali yerin derinliklerinde kaybolma riskini almak ve bir an olsun tereddüt etmemek, işte bu halin en somut göstergesidir. Akşamın karanlığında oturduğu evlerden gökdelenlere bakarken, o gökdelenleri tuğla tuğla ören ellerinin izini hatırlamak, ortak yazgıyı görünür kılar.
Yakaların mavi tonunun açık hali, okul sıralarında elini kaldırmış çocuklar gibi bir açıklığa işaret eder. Ancak bu açıklık, üretim araçlarına kimin sahip olduğu gerçeğiyle zamanla kapalı tonlara dönüşür.
Karanlığın aydınlığa doğru çaldığı duraklarda servis beklemek de bu sürecin bir parçasıdır. Omzuna düşen uykunun, ayazın soğuğuyla dağılmasını beklemektir aynı zamanda.
Rızkı verenin Allah olduğunu söyledikten sonra, rızkı paylaşmalarını isteyenlere kapıyı işaret edenlerin tavrıyla daha da belirginleşir bu hakikat. Maaş günü gelmediği için çocuğuna istediği ayakkabıyı alamamak, yutkunarak ortaya çıkar.
Bir çocuk, oto tamirhanelerinin yağ kokusu içinde bijonanahtarıyla civata sıktığında bir yaş daha büyür; bu görüntü, aynı hikâyeyi paylaşan başka çocukları anımsatır.
Fabrikada tuvalete gitme ihtiyacından sonra, adeta bir kronometre çalıştırır gibi yapılan sistemli hesaplamalar da bu gerçeği yeniden hatırlatır. Aynı kronometre, sipariş yetiştirme sürecinde de çalışır. Kuryenin, kendi lokmasına kavuşabilmek için, 30 dakika içinde bir başkasının lokmasını ulaştırması gerekir.
Başka coğrafyalarda “mevsimlik işçi” olduğu için çocuğunun okul kaydı devamsızlığa düşer. İş kazalarında kast işçiye, taksir patrona yüklenir; kaybedilen her uzvun paraya tahvil edilmesi ise bu farklılaşmanın açık bir göstergesidir. Dil ile yaratılan eksiklik, “mülteci” kavramı üzerinden daha da derinleşir: diğer işçilerden daha düşük maaşla, sigortasız çalışma koşullarıyla… Patronun sosyal medyada mültecilere söverken, aynı zamanda onların patronu olması ise artık görünmez hale gelir.
Tahtaya buçuklu rakamlar yazıldığında öğrenciler, “Bunlar hayatta ne işe yarayacak?” diye sorar. O gün cevapsız kalan bu soru, bir televizyon haberinde maaşlarına yapılan %11,5’lik zammı hesaplarken kendiliğinden yanıt bulur. Zincirin bir halkası da böyle tamamlanır.
Alın terinin toprağa düşmesiyle hayat bulan topraktan da hakkını alamamak; ne toprağın suçu, ne de dökülen alın terinin…
Farklı deryalarda olsak da, yollarımız farklı sokaklara çıksa da, bu anlatılanlar bizim hikayemiz kardeşim. Hepimizin birleşeceği bir ana cadde muhakkak vardır.
Yol tarifini sorarsanız: Sapmadan, direkt aşağıya…
1 Mayıs’ta görüşmek üzere…
İşçi Sınıfının ve Emekçilerin Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü kutlu olsun.
*Sennur Sezer, Hangi Kan Şiiri