“Kendinden başka kimseyi beğenmez,
Yüksek yerde durur, aşağı inmez.
Nice tahta çıkanlar yere düştü,
Nice “ben” diyene sinek üşüştü! *
“Ağam da sen, paşam da sen…” der türkü. Bir mevzu bahis olduğunda, ez cümle istediği cevaba göre şekillenir bu durum. Bir cevap siparişi, aslında bu durumu belirgin kılar. Kendi doğallığında ilerleyen bir süreçten bihaber, bir reçete yazılır. İtiraz noktasının olmadığı; biat etme ile karşıda müthiş oluşan bir haz ve o hazzın verdiği keyifli gülüşmeler.
Natamam dediğinde yüzde oluşan kırmızılıktan, kaşların yukarı kalkışından da bahsetmiyorum. Tevazu pek uğrak noktası olmaz; dile düşse de bu kelime “hak getire” derler. Öyledir onların hayatları.
Bir ağaç gibi tek başına yaşamaktan hoşlanmazlar; çünkü yalnız kaldıklarında hayatlarında yeller eser. Korkularıyla kalırlar. Onun için kalabalıklar ararlar; o kalabalıklarda korkularını bastırmak isterler. Buyurgan oldukça o korkuları hafifler, keyifleri hoşlaşır, kendilerini aslan figüründe bulurlar.Geçmiş söz konusu olduğunda, aslan her zaman gücü temsil eder; aslan heykellerini her yerde görürüz.
Bir orman gibi kardeşçe değildir kalabalıklarla kurulan ilişki. Eşitlik ve iş bölümü yoktur bu kişilerin hayatlarında. Kumdan oluşan birikintide en yüksek noktada onlar vardır; diğerleri ise o birikintiyi oluşturmak içindir.
İnsanın değişir mi, yoksa özü ne ise o mudur sorusu bizlerin zihnini kurcalayan sorulardır. Ben burada değişimin bayrağını sallayanlardanım. İnsanın bulunduğu koşulların, ona verilen payelerin, apoletlerin; fikrini, düşüncesini ve diğerleri ile kurduğu ilişkiyi değiştireceğini düşünüyorum. Öyle de oluyor.
Sokakları tek başına arşınlayanların sahip oldukları sıfatlardan sonra kendini en güvende hissetmesi gereken ortamda etrafında kalabalıklarla yürümenin başka bir izahı olacağını düşünmüyorum. Elbette bir öz vardır; bu özün, koşulların değişmediği anlarda daha belirginleştiğini düşünüyorum
O insanların hayatlarında adeta bir zıt anlamlılık ilişkisi vardır. Özlerinin tersidir görünüşteki var oluşları. Zayıflıklarını güçlü görünerek örtmeye çalışırlar. Kendini tanıma ve kabullenme pek uğrak noktası olmaz bu kişilerin hayatlarında. Güçlü görünme meselesi, başkaları üzerinde kurdukları tahakkümle şekillenir. Zayıf kimliklerini, başkalarını hor görme üzerinden yüceltmek isterler.
Karşısındakini dinlemek gibi bir dertleri yoktur. Önyargılı mı önyargısız mı, bu ayrımın bile anlamı yoktur çünkü zihin tamamen kendine dönüktür. Hasbelkader duyduklarından akıllarına bir iki kelime düştüyse, o da karşındaki insanı eleştirmek; bir futbol maçı gibi karşındakine gol atmak için vardır.
Kendini sevmeli insan, şefkat göstermeli. Kendini duyumsamalı, ihtiyaçlarına odaklanmalı. Buradan etrafına bakmalı, buradan hayatını anlamlandırmalı. Buna kimsenin söyleyeceği söz yok. Ancak sıkıntı şu ki: Kimileri kendinden ötesini görmez. Başkalarının hayatlarında da kendi hayatını anlamlı kılacak şeylerin izini sürmez. Başkalarını, kendini daha fazla sevmesi için nesne olarak görür.
Bir şeyler elbette değişecek. Bizler, bir cümlenin içinde özne olmayı, her zaman nesne olmaya yeğlemediğimiz sürece…
*Yunus Emre, Kibir Destanı